Araplar, tarihleri boyunca, sayısız istilacı gördüler. Ama
hiç bir işgal, Osmanlılarınki kadar uzun süreli ve bu denli barbarca
olmadı. Yavuz Sultan Selim’le başlayan işgal, 400 yıl sürdü. Bu zaman
içinde, Arap çöllerine kesintisiz kan serpildi.
Yavuz, zaten ilk vuruşu kanla yapmıştı. Bir vuruşta, 40
bin Nusayri’yi, Alevi ve Sünni’yi kılıçtan geçirmişti. Bunların 24 bini
kadın, çocuk ihtiyardı.
Sonra gelenler, onun kanlı mirasını sürdürdüler. O
topraklarda kopan “şin û şivan“ kin ve öfke patlaması olarak modern
zamanlara aktı.
Asker toplamak, haraç almak için, kapılara dayananlar,
geride kan ve acı izleri bıraka bıraka ilerlediler. “Bekaa“ları için
Kürtlere, Nasraniler (Hıristiyan), Araplara acımasızca kırım
uyguladılar. Asurileri, Süryani, Keldanileri kesip geçtiler.
Yer yüzünün utancı ama, bugünkü torunlarında olduğu gibi
bunların da övünç ve kıvancı idi katillik. Araplar, en gaddar Osmanlı
Paşası’na, Cezzar, yani “Kasap“ diyorlardı. Ahmet Paşa bunu onur gibi
benimsedi. Cezzar Ahmet Paşa oldu.
Murat Paşa, katlettiklerinin kelleleriyle su kuyularını dolduruyor, köreltiyordu. O da Kuyucu Murat Paşa oldu…
Ama kin birikimi, hiddet ve köpüren öfke, yüz yıllar sonra
patladı. Araplar, coğrafya boyunca ayaklandılar. Osmanlının, bir gecede
Şam’da, 33 Arap aydınını yan yana asması başkaldıranları korkutup
engelleyemedi. Çıplak ellerle mitralyözlerin üstüne yürüdüler. Sonuçta,
komutanlar can derdinden askerlerini ve çaldıklarını, askerler de
postallarını çölde bırakıp çatılar. “Terk-i diyar“ edenlerden biri de
Atatürk’tü…
Türkler, bu aşağılanarak kovulma olayına Arapların ihaneti adını verdiler. “Arkadan hançerlendik“ diye sızlandılar.
Oysa hançerlenme veya ihanet diye bir durum, olgu yoktu.
Bir halkın ulusal kurtuluş savaşımı vardı. İşgalci kötücülleri kovma
olayı…
Ancak, kovalanarak sürülenler, bu yenilgiyi asla
unutmadılar. Kendilerini üstün göstermek için Arapları “gayri medeni“
diye aşağıladılar.
Devşirme “soylu“ ve “medeni“ olmuş oluyordu, yani…
Ve onlarca yıl sonra, hala intikam peşindeydiler. Rövanş
için fırsat kolluyorlardı. Bu amaçla, 1957’deki Şüveyş Kanalı savaşında,
işgale çıkmış Britanya’nın yanında yer aldılar.
1960’da hareketlenen Cezayir ve Tunus ulusal kurtuluş
savaşlarında, masum ve mazlumları karşıya alıp işgalci Fransa’ya destek
verdiler.
Fakat, daha sonra, Hatay’ın ardından emperyal açılımın
ikinci kapısı olarak, Kıbrıs’a göz dikince, Birleşmiş Milletler’deki ay
ağırlığı hesaplarında, Araplara muhtaç oldular. Birden bire din
kardeşliğini hatırlayıp yanaşmaya başladılar.
Mısır’a en sempatik elçileri yolladılar. Bunlardan biri
de Kürt Mahmut Dikerdem’di. Ilıcakların Tercüman gazetesi, adeta Suudi
Arabistan’la ilişkileri “tamir etmekle memur“du. Irak, Kürt düşmanlığı
zemininde, zaten “ebedi dost“tu. Libya’ya “ver öpim“ demeye başladılar.
Turgut Özal, 1980’lerde gidip Cezayir’de diz çökercesine özür diledi.
Kısacası, uzun uğraşlardan sonra, Türk-Arap düşmanlığı
profilinde yumuşama yaşanmaya başladı. Ama bir söz vardır: “Alışmış
kudurmuştan beterdir“ diye…
Bunların dostluğu da dostluk değildi. El, etek, öperek
yanaştıklarına, bir şey yapamazlarsa bile, devşirmeleri terketmeyen
kötücül hayat tarzı bu ya, misafir oldukları evde üstünde oturdukları
çulu alttan alata kesiyorlardı.
Bunlar da, yanaştıkları Arapların gırtlağına sarılmak için
açık kapı ararken, dindarlığı da tekellerine almış, ırkçı Magandalar
dönemi başladı. Faşizm, çörekleyip kaldı, yani.
Toplum, bunları yadırgamadı. Tersine benimsedi. Türk halkı
çoğunluğu Maganda yaşama biçimi ayarına geçti. Gün artık, kan, ölüm ve
fetih günleriydi. “Ataların ruhuna dönüş“ diye diye Osmanlı’ya kasideler
düzülüyor, “emperyal“ düzene geçiş kapıları zorlanıyordu.
Magandalar din, tarikat ve Müslüman Biraderlerin (İhvan)
kutsal yolunu takiben, Mısır’a, kuzey Afrika’da cihat şerbeti içmeye
çıktılar. Biradelerin nimetlere hücum şenliği başlamıştı. Çin’den,
Özbekistan, Hindistan, Pakistan, Çeçenistan, Bosna’dan kiralık katiller
getirip ortalığa saldılar. Onlara ödenen maaşların kaynağı hırsızlık ve
talandı.
Tecavüzcüler, hırsızlar ve katiller hep bir arada
“cihatçı“ydı. Dinci, dini düzen kurucular, Suriye’de, Irak’ta
törensellikle insan kesme ayinleri düzenliyorlardı..
Çağ demişmiş, Yavuz Selim, Cezzar Ahmet Paşa ve Kuyucu
Murat hortlamış, hortlaklar kelle hasadına çıkmıştı sanki. Cihatçılar
pek şendi…
Ve çakma Türklerin yüreği daha da şendi. Dünün lumpenleri
birer savaş baronuydu. Silah ve malzeme satışının geliri dolar
istifleyecek yer kalmamıştı, evlerinde.
Türk halkının alt tarafları cihat, fetih söylemlerini
duymaktan hoşnutun da ötesinde sonsuz mutluydu. Entrika donuyordu süreki
olarak. Iraklılara, “size yardıma geliyoruz“ diyerek, işgal köprüleri
kuruyor, Suriye’yi Suriyelilerden kurtarmak için, cihatçı Biradeleri
besleyip silahlandırarak içeriye salıyorlardı. Türk askeriler de Kürt
bölgelerini işgale gidiyor ve “nereye?“ diye soranlara, “Kızıl Elma’ya“
diyorlardı. Kızıl Elma’yı onlar, yenen elma biliyorlardı.
Irak ve Suriye toprakları, vadedilmiş ganimet gibi işgal
edilirken, öteki Araplar suskundu. Arapların en üst düzey örgütlenmesi
olan Arap Birliği dilsiz, sağır ve kördü.
Ama sıra Libya’ya gelince kör bakan gözler aniden
açılıyordu. Çünkü, orada petrol vardı. Libya dolar kokuyordu, yani. Lal
bildiğimiz Arap birliği dile geldi.
Arap Birliği, aniden Arap öfkesinin onurlu sesi
kesilmişti. Türk medyasında, pek yer almadı, ama geçen hafta, bir Mısır
televizyon kanalında konuşan Arap Birliği’nin Genel Sekreteri Ahmed Ebu
Gayd, Libya’da üs kuran Türk devletini tehdit ediyordu.
Ebu Gayd, Türk devletinin Libya’daki varlığının
karıştırıcılık ve savaşı yayma amaçlı olduğunu, bunun devamı halinde
yaptırımlar uygulamaya başlayacaklarını söylüyordu.
Bu Arap öfkesinin yeniden köpürmesiydi…
Pênusa te saxbe mamoste
YanıtlaSil