Görsel
bir çağı yaşadığımız sıkça söylense de görüntünün de anlatmaya
çalıştığı kavramlar ve onların anlattıkları var. Bir tarihin, varoluş
direncinin bazı görüntülerle kodlanarak anlatılması gerçeği var.
Varoluş kendine dil arar ve dil ile kendi varlığını başka
varlıklara anlatmayı dert edinir. Bunu başarabilirse varoluşuna anlam
kazandırır.
Sözün ne kadar anlamını yitirdiği söylense de, bu henüz
tümden tamamlanmış değil. Kürtler gibi sözünü tam söyleyememiş halklar
için bu daha fazla geçerli. Öyle ki, yarım asırlık bir mücadele
sayesinde dilsizliğinden kısmen kurtulmayı başarmış, ancak buna rağmen
kendi diliyle kendi yüreğinden anlamları damlatamıyor.
Bakur Kurdistan’da büyük anlamlar barındıran dil
çalışmaları yapılıyor. Bu çalışmaların anlamı manevi ya da soyut
değildir, somut ve yaşamsaldır. Tabi bu çalışmalar ulusal birlik
çalışmalarına paralel olarak gelişmesi de önemini arttırmaktadır. Bu
çalışmaların doğru ve derinlikli perspektif oluşturmak gibi bir
hassasiyeti de gerektirdiği açıktır.
Divan edebiyatında bülbül ve gül ilişkisi bilinir.
Âşıkların kendilerini anlatmak için buldukları bir dildir bülbül.
Bülbülün gül bahçesine ulaşabilmek için yaşadığı maceralar, çektiği
acılar anlatılagelir.
Bülbülün ötüşünü kim beğenmez ki! Bülbülün ötüşü, hele
doğanın bağrındaysanız, mevsim baharsa, bir bütün evreni yüreğinde
toplamak ve onu hem dışa vermek hem de verirken evreni içine almak
gibidir. Bülbül değilseniz dahi, bunları duyumsamaktan kendinizi
alamazsınız. Hayattır işte. Hayatın bir damlacık canda toplanıp dile
gelmesidir. Bülbülü dinlerken onun sesiyle birlikte âşıkların dizeleri
gelir yüreğe, bir şiir damıtılışı gelir. Şairlerin dizeleri, şarkıların
ezgileri, âşıkların acıları ve hazları, o ötüştedir. Gül ile bülbülün
aşkından doğan alemin sancısını, toprağın baharla kabarışını… Hepsini
duyumsarsınız.
Kürtlerin dil konusundaki mücadelesi ve maceraları da
bülbülün ötüşüne benzer. Ama bu bülbül, yıllarca dili kelepçelenmiş bir
bülbüldür. Konuşmaya her kalkıştığında kanatmış kendini. Değil ötüşü,
yüreğinin duyumsaması dahi yasaklanmış, yok sayılmış.
Şimdi bu bülbül, yârin bahçesinde mi ötecektir, yoksa bir
kafeste mi? Öyle altın kafes de değil, paslanmış tenekeden yapılan
uyduruk kafeslerin içinde nasıl varolunacaktır?
Kürt düşmanlığında yeminli soykırımcı devletin
kurumlarında Kürtçe konuşmanın anlamı nedir? Siyasal yorumu ihanet,
soykırıma hizmet, zihniyet asimilasyonu gibi kavramlarla yapılabilir. Ya
ötesi? “Kürtçe konuşsun da nerde, nasıl konuşursa konuşsun” mu
diyeceğiz? Amed zindanlarında 12 Eylül darbesinin dayattığı “Türkçe
konuş çok konuş” söyleminin yerini bugün Bakur Kurdistan’da “Kürtçe
konuş, trt Kurdî’de konuş” almıştır. İkisi aynıdır.
Kürt düşmanı faşist AKP-MHP iktidarının kurumlarında
dengbêjlik olur mu? Böyle sanat, böyle söz, böyle Kürtlük olur mu? Kendi
direnişiyle, ruhuyla, özgür yüreğiyle şarkılar söyleyen dengbêjlerin
böylelerine söyleyecek bir sözü, bir tavrı olmayacak mıdır? Yarım
asırlık muazzam Kürdistan özgürlük mücadelesinin sanatçılarının,
gençlerinin, kadınların billur seslerinin ve Kürt yurtseverlerinin, dil
uzmanlarının böyle bir Kürtçe konuşuculuğuna tavrı olmayacak mıdır?
Gerçeğin sanatçılarının buna bir tavrı olmalıdır. Bir söz olmalıdır. Dil
üzerinden konuşulacaksa, bunlara bir söz söylenmeli, dilin özgür
olmasının şartları özgür zihniyetler ve özgür toplumla ortaklaşmalıdır.
Bülbüle dönelim yine.
Bülbül der ki, tenime değen gül dikeni canımı
kanatmaktadır. Ama gül benim yârimdir. Ve bu kan, yârimin tenine düşüp
ona benim varlığımdan bir renk vermektedir. Kanımın kızılı gülün kızılı
olmaktadır. Varsın aksın o zaman.
Gülün kızılında, aşığın kalbi, ülkenin özgürlük şafağı, varoluşuna acı ve bedel karışan anlamlar toplanır.
Direnen Kürtlerin, direnen dengbêjlerin, direnen Kürt
sanatçılarının acıları da direnişimizin rengidir ve direnen savaşçıların
kanına karışmakta ve varlığımızı inşa etmektedir. Ya diğeri..?
Peki, düşmanın teneke kafeslerinde yaşına başına bakmadan şarkılar-türküler söyleyip sallananların kanı nereye akmaktadır?
Dil işte…
Şimdi başka bir dil… Elbistanlı Elif anayı duymayanımız
yok. Elif Kısa’nın ailesinin uzun öyküsü, aslında Kürdistan’ın
öyküsüdür.
Elif ananın iki çocuğu var. Bu iki çocuğu da çocuk
denemeyecek kadar büyük, ama anasız yaşayamayacak kadar da küçük. Göbek
bağları uzun yıllara rağmen hiç kesilmemiş iki çocuk. İsmail ağır
engelli, anasız hiç yaşayamıyor. Ağlıyor, bağırıyor. Ahmet konuşamıyor,
duymuyor da. Belki de yüreğinin duydukları ona yetiyor. Öfkelerine
rağmen bu yaşamda bunca kötü kavramların olmasını tahayyül etmiyor.
İsmail’in bağırışlarını duyuyor. Soykırımı İsmail’in bağırışlarından
biliyor ve buna karşı bir şeyler yapmak-eylemek istiyor. Ağabeyi için
“göbek bağı kesilmeyen 44 yaşında bir bebek” diyor Ahmet. Kendi
yüreğinin sesini de duyuyor. Ve yüreğindeki sesleri renklerle
konuşturuyor. Annesinin yokluğunda onun resimlerini çizerek evin her
köşesine asıp annesini eve getiriyor, onu çoğaltıyor. Ahmet belki de
birçoğumuzdan daha fazla duyuyor. Bu faşist sistemin gürültüsünden bizim
duyamadığımız sesleri duyuyor. Ve duyduklarını başka bir dille, kendi
diliyle, davranışlarıyla konuşturuyor. Şimdi İsmail’in sesi, Ahmet’in
sesine karışıyor ve onun kanı, yaptığı resimlerle tüm Kürtlerin
varlığına karışıyor. Ve gülün kızılı…
Kürtçe gibi kutsal ve “şêrin û xweş” bir dili, düşmanın
soykırım politikalarının gölgesinde zehirlenmesine dur demeden, dili
sevmek, konuşmak ve yaşatmak mümkün mü?
Yorumlar
Yorum Gönder