24 Ocak’ta merkez üssü Elazığ’ın Sivrice ilçesi olan 6.8
şiddetinde bir deprem yaşandı. Daha önceki yıllarda Türkiye ve Kuzey
Kürdistan’da yer ismi verilerek depremlerin yaşanacağına dönük birçok
bilim insanı açıklama yapmıştı. Deprem coğrafyası olan Kuzey Kürdistan
ve Anadolu’da son 100 yıl içinde yaşanan depremlerde 80 binden fazla
insanın yaşamını yitirdiği belirtiliyor.
Elazığ’da yaşanan büyük acı karşısında bir kez daha
AKP-MHP faşist rejiminin insan hayatını ne kadar ucuz ele aldığını
gördük. Deprem öncesi hiçbir tedbir, hazırlık yapmayan devlet, deprem
yaşandıktan sonra da insan gerçekliğine bir nesne gibi yaklaşmaya devam
etti.
Halka çadırlar verilmedi, yardımlar geç verildi.
Verilenler de sadece kendi çevrelerine verildi. HDP’nin Ergani ve Kars
belediyelerinden gönderilen insani yardımlar ya reddedildi, ya da
yardımlara el konuldu. Toplumsal dayanışmaya adeta savaş açan rejim,
toplum üstünde tehditler savurdu. Sosyal medya üzerinden eleştiri yapan
insanlara soruşturmalar açıldı. 50 kişiye soruşturma açıldığı yansıdı.
Devletin yetkilileri halka yardım yerine alay ettiler. En önemli
tedbirleri ‘Halka imam gönderdik, halka şükür etsinler, bu bir sınavdır’
dediler.
1999 depreminden sonra toplanmaya başlanan ‘deprem
vergisi’nin 65 milyar TL’ye yakın olduğu söyleniyor. Peki ne oldu bu
vergiler, diye soru soranlar susturulmaya çalışılıyor. Açık ki, bu
vergiler Erdoğan’ın sarayına, yandaşlarına, sarayına, çete ordusuna
gitmiştir ve hala da gitmektedir.
Devlet, hırsızlığının, talanının üstünü örtmek için takla
atıp duruyor. Bir kez daha gördük ki, Türkiye’de en disiplinli çalışan
devlet kurumu özel psikolojik harp dairesidir. Türkiye sadece Erdoğan
diktatörlüğüyle değil, özel psikolojik harp dairesince yönetilmektedir.
Devletin valisi ‘Bakanım şu an kamuoyunda algı çok iyi, uygun’ diyerek,
herşeyin, her sözün, her açıklamanın toplumun algısını, ayarını,
dengesini bozmak için yapıldığını göstermiştir. Algısı bozulanın tepkisi
de, yaşam refleksi de ölmüş demektir.
Türkiye gerçekliğine baktığımızda bu yitim çok çarpıcı
ortaya çıkmaktadır. Toplum, faşist iktidarın bir nesnesi haline
getirilmiş durumdadır. Türk devleti ‘ölüm ve kurban etme siyaseti’
üzerinden kendini ayakta tutmaktadır. Faşizm, Kürt varlığına, toplumsal
muhalefet gücüne dönük ancak bu siyasetle saldırarak, hep ‘toplumkırım
sınırlarına hapsederek, kendini yaşatacağını biliyor. Sadece Kürt
varlığını değil, ‘vatandaşım’ dediği, mesela kendisine oy verenleri bile
öldürerek, onları kendine kurban ederek bu siyaseti sürdürüyor.
Bu siyasetin en vahşi şekilde uygulandığı alanların
başında zindanlar gelmektedir. Türkiye ve Kürdistan zindanlarında toplam
280 bin tutuklu var. Bu tutsaklardan 457’si ağır olmak üzere, 1334
tutsak hasta. Bu insanlar tedavi göremiyorlar. Zindanlarda keyfi
uygulamalarla karşı karşıyalar. Zamana yayılmış idam hükümlüleri durumu
yaşanmaktadır.
Urfa T Tipi Cezaevinde olan 64 yaşındaki Emine Aslan
annemizin yaşamını nasıl yitirdiğini unutmadık. Tedavi edilmedi,
hastaneye götürülse de yatağa kelepçelenerek ona işkence edildi. Yine 74
yaşındaki Nebi İlhan’ın Siirt E Tipi zindanında yaşamını yitirmesi
unutulmadı. En son örnek de Tekirdağ F Tipi zindanında yaşandı. 25
Ocak’ta mide kanaması geçiren, hastanede yer yok denilerek cezaevine
gönderilen ve 24 yıldır zindanda tutsak olan Hüseyin Polat 27 Ocak’ta
yaşamını yitirdi. Birçok tutsak tahliyelerine çok az bir zaman kala
sudan gerekçelerle disiplin cezası adı altında tahliye edilmemektedir.
Tüm bu örnekler gösteriyor ki, Türk devleti içerde de,
dışarıda da herkesin yaşam hakkını elinden almaktadır. Yani toplum, tek
tek faşist rejimin ‘rehinesi, esiri’ durumundadır. Herşeyi, ülkenin tüm
değerlerini ‘savaşa, Erdoğan diktatörlüğünün bekasına’ kurban eden
rejim, herkesi savaş esiri yapmıştır.
Bu da bize, devlet gerçekliğinin, yönetim sisteminin,
iktidar zihniyetinin toplumu, insanı, kadını, doğayı yaşatmak için
değil, kendine kurban etmek için var olduğunu gösteriyor.
O halde, yaşamak ve yaşatmaktan yana olan herkesin;
devlet-iktidar sisteminden, ondan beklentiye dayanan zihniyet, yaşam
alışkanlılarından, kültüründen, inancından ve ruh halinden kendini
kurtarması en önemli ve en değerli ‘özgürlük ve kurtuluş mücadelesi’
olmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder