Bazen kendi kendime “Keşke Kürtlerin durumu da şu
Amerikalı siyahların durumu gibi olsaymış” dediğim oluyor. Çünkü teorik
birtakım incelikler ve ayrımlar söz konusu olduğunda, düşüncede radikal
kalmaya devam edebilir ve liberal hümanist bir insan görüşünün
farklılıkları da içerecek şekilde genişlemesiyle sorunun çözümüne bir
adım daha yaklaşabilirdik. Renkleri ya da dilleri, etnik kökenleri değil
de ‘yurttaşı’ esas alır; bireysel haklar ve özgürlükler manzumesini
belki bir tür pozitif-ayrımcılığa varacak şekilde tartışır, hatta belli
mi olur, pozitif ayrımcılığın kendisinin de bir tür eşitsizlik zeminine
yaslandığı için eleştirisini üretirdik. Ama Obama’nın siyah olması her
şeye rağmen siyasal bir anlam taşırken, kendi toprakları üzerindeki
egemenlik hakkı gasp edilmiş bir halk söz konusu olduğunda örneğin
Turgut Özal’ın da ‘Kürt’ olmasının gerçekten bir önemi kalır mı?
Özellikle Amerika’da 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan
feminist ve siyahi eleştiri liberal hümanist bir biçim taşıyordu.
Ayrımcı toplumsal güçler nedeniyle kadınların ve [hem kadın hem de
erkek] siyahların seçeneklerinin çağlar boyunca bir hayli sınırlı
olagelmesi karşısında bir duyarlılığı esas alıyorlardı. Ancak yine de
öznenin en nihayetinde özgür bir ahlaki özne olduğuna inanıyorlardı.
Bunlara yönelik ilk eleştiriler de Marksizm’den; feminist eleştiri ile
siyahi eleştirinin Marksist versiyonlarından geliyordu. Bu eleştiriler
bu türlü bir özerk öznenin varlığını, dolayısıyla da liberal hümanist
insan görüşünü reddediyorlardı. Fransız filozof Louis Althusser teorik
anti-hümanizmin öncüsü olarak belirmişti felsefe sahnesinde. Yapısalcı
düşünce bireyi tanımıyordu ve ardından gelen post-yapısalcı düşünce de
bireyi ve özneyi sökme işini devam ettirecekti.
Özellikle Derrida düşünce alanını bir mekân gibi
kavrayarak bir merkez-çevre çeşitlenmesinin eleştirisini geliştiriyordu.
Merkez ile çevre arasındaki hiyerarşiler ikili karşıtlıklar biçimini
alıyorlardı (yeri gelmişken neredeyse her şeyi bir merkez-çevre ikiliği
içerisinden anlamlandırmaya çalışan Şerif Mardin’e de dolaylı
eleştirimizi yöneltmiş olalım). Söylemler istikrarlı olabilmek için
işleyen karşıtlık dizilerini devreye sokmaktaydılar. Bu karşıtlıklar
büyük çoğunlukla örtük ya da neredeyse görünmez durumdadırlar veya kimi
durumlarda da ikili terimlerden yalnızca birinin açıkça sözü edilir. Bu
durumda açık değini diğer terimi, ‘olmayan’ terimi hatırlatır. Bu türlü
karşıtlıkların geniş bir yelpazesi vardır; kimileri bir hayli genelken
kimileri de kültüre bağlıdır. Karşıt terimlerin daha genel olanları
iyi/kötü, aynı/öteki, hakikat/yanlışlık, mevcudiyet/yokluk, eril/dişil,
düşünce/duygu, ruh/madde (ya da beden), doğa/kültür, saf/katışık vs.
gibi ikilikleri içerir. Bu terimlerden biri daima merkez olarak işlev
görür; ayrıcalıklı terimdir bu ve doğal bir statü tanınır kendisine.
Bazı terimlerin hem merkezde hem de kıyıda yer alabilir olmalarına
karşılık bazı terimler –iyi, hakikat, erillik, saflık, beyazlık– daima
ayrıcalıklı olagelmişlerdir.
İkili karşıtlıklar kurmak suretiyle anlam akışı
dondurulur. Ancak bu karşıtlıkların çoğunlukla negatif
stereotipleştirmelerle, baskıyla, ayrımcılıkla, toplumsal adaletsizlikle
ve diğer istenmedik pratiklerle genellikle yakından bağlantılı
oldukları unutulmamalıdır. Bu nedenle söz konusu dondurma edimi, tam da
bu pratikleri kalıcılaştırma amacını güderler. Böylelikle yapı-söküm bu
ikiliklerin yapısını sökmek üzere, bunların doğal olmadıklarını, inşa
edilmiş olduklarını göstermek üzere yola koyulur. Tam da bu nedenle
yapı-söküm aynı zamanda bir tür sömürge-sökümdür. Çünkü yapı-söküm,
ikili karşıtlıklarda, içerilen terimler arasında yalnızca bir karşıtlık
ilişkisi görmekle kalmadığımızı, aynı zamanda tuhaf bir suç ortaklığına
da rastladığımızı belirtir. Yani ikiliğin bir yanıyla diğer yanı
arasında, ikisinin arasında tesis olmuş hiyerarşik anlam biçimini
muhafaza etmek için bir tür suç ortaklığı vardır. Herhangi bir ikili
karşıtlıktaki iki terim birbirleri tarafından tanımlanırlar: ışık
karanlıkla, hakikat yanlışlıkla, aynı ötekiyle, doğa kültürle vb.
Bunları çözümlemek ve sökmek, ayrıcalıklı terimi ‘merkezden kaydırmak’,
her iki terimin de yalnızca fark nedeniyle var olduğunu ve kendi
içlerinde bütünüyle nötr olduklarını göstermek anlamına gelmektedir.
İşte mekânı yitirdiğimiz zaman, kendimizi bu ikilikler
içerisinde düşünmekten alıkoyamıyor; sanki Amerikalı siyahlarmışız gibi
düşünmeye ve ya ikiliklerin yerini değiştirmeye ya da ikilikleri
muhafaza ederken aralarında bir denklik kurmaya eğilim gösteriyoruz. Bu
denkliği de liberal hümanist görüş açısından kuruyoruz – ilk bakışta ne
kadar radikal görünen bir düşünce! Fakat kimse kendisinin kurduğu
ikiliği başkasının yönetmesine izin vermez. Basitçe
ayrıcalıklı-ayrıcalıksız terimlerin yerlerini değiştirmekle bitmiyor iş.
Sorun dönüp dolaşıp yapının kendisinde, egemenlik haklarında
düğümleniyor çünkü. Keşke Amerikalı siyahlar olsaydık..
Yorumlar
Yorum Gönder