Cihan DENİZ
Yine bir felaket, yine bir deprem ve yine bildik teraneler.
Yine benzer olaylar sonrasında duymaya alışık olduğumuz
ikiyüzlü açıklamalar. Ama asıl önemlisi ortaya dökülen usulsüzlükler,
yolsuzluklar, yalanlar.
Türkiye gibi bir ülkede deprem ve diğer felaketler sadece
binaları, yolları, köprüleri yıkmaz, insanların ölümüne neden olmaz;
asıl olarak yıkılan köküne kadar yozlaşmış iktidarların bunu örtmek için
inşa ettikleri duvarlardır. Her felaket sonrasında iktidarların
yüzlerindeki makyaj akmakta, takılan maskeler düşmekte ve Türkiye
halkları iktidarların bunların ardında gizlediği çirkinliklerle
yüzleşmektedir; her ne kadar bunu çok kez kısa sürede unutsa da.
İktidarlar bunun önüne geçmek için ellerinden geleni
yapmaktadırlar. Bu yüzden de, bir kazadan, doğal afetten sonra iktidarın
ağzından en sık duyduğumuz sözler “fıtrat” ve “kaderdir.” İktidarın
aslında kendi sorumsuzlukları yüzünden meydana gelen her felaket
sonrasında diline doladıkları “fıtrat”, “kader” gibi lafların tek bir
anlamı vardır o da sorumluluktan kaçma.
Soma’da 301 madenci kaza değil düpedüz bir katliamda
yaşamını yitirir. İktidar bunu madenciliğin fıtratına bağlar. En son
resmi açıklamalara göre 41 kişinin –ki depremin büyüklüğü hakkında bile
gelen çelişkili açıklamalar düşünüldüğünde buna inanıp inanmamak size
kalmıştır- yaşamını yitirdiği Elazığ Depremi’nden sonra da iktidar
benzer açıklamalar yapıp işi kadere bağladı.
Evet her “felaket” için bir fıtrattan ve kaderden
bahsedebiliriz. Ama bu fıtrat ve kader, iktidarın iddia ettiği gibi
“metafizik” değildir; tamamen “siyasaldır.” Özellikle Türkiye gibi
demokrasiden uzak, iktidarların halka hesap verme geleneğinin olmadığı
bir ülkede fıtrat iktidarların değişmez karakteri olan açgözlülük, hırs
ve kural-tanımamazlıktır. Buna bir de sermayenin doyumsuz kar hırsı
eklendiğinde, halkların kaderi felaketler olmasın da ne olsun.
Tabii bir de iktidarların yanlışları, yetersizlikleri
ortaya çıktığında eleştiriden ve hesap vermekten kaçmak için her başı
sıkıştığında sığındığı “siyasallaştırmama” limanı vardır. Tamamen
iktidarın kendileri bizzat siyasal olan yaptıkları veya yapmadıkları
şeyler yüzünden bir felaket yaşanır; toplumdan, muhalefetten ve medyadan
buna dönük eleştiriler yükselir, iktidarın yaşananlardaki sorumluluğu
sorgulanmaya başlanır, iktidarın yaşanan felakete dönük müdahalesi ile
ilgili sorular gündeme gelir. İktidardakilerin halka hesap verdiği
demokratik bir ülkede, bunlar karşısında iktidardakiler halka doyurucu
bir açıklama yapar, sorumlular istifa eder, haklarında davalar açılır.
Türkiye’de ise işler, hepimizin yakinen bildiği gibi bu
şekilde işlemiyor. İktidar, gelen eleştirilere doyurucu yanıtlar vermek,
yaptıkları veya yapmadıkları hakkında özeleştiride bulunmak yerine,
“konu siyasallaştırılmamalı” diyerek eleştirilerin önünü kesmeye
çalışmaktadır. Elazığ Depremi sonrasında bugün bir kez daha yaşanan
budur. Deprem sonrasında doğal olarak iktidarın ranta dayalı ve bilim
insanlarının neredeyse adrese teslim uyarılarını görmezden gelen
kayırmacı siyaseti sorgulanmaya başlandı. Onlarca yıldır vatandaşlardan
toplanan milyarlarca dolar deprem vergisine rağmen depremin hemen
sonrasında Kızılay Başkanı’nın yaptığı bağış çağrısı eleştirilmeye ve
deprem için toplanan vergilerin nereye harcandığı sorulmaya başlandı.
Depremzedelere yardımda yaşanan yetersizlikler,
ellerindeki tüm olanak iktidar tarafından gasp edilmiş olmasına rağmen
tüm imkânlarını seferber ederek depremzedelere yardıma koşan HDP’li
belediyelere yönelik engellemeler gündeme geldi. Tüm bunlar karşısında,
bizzat iktidarın başındaki kişi ve diğer tüm iktidar sözcüleri ağız
birliği yapmışçasına “depremi siyasallaştırmakla” suçlamaya başladılar.
Bir konun siyasallaştırılmasının nesi yanlış olabilir ki diye
sorulabilir.
Ama bu, yani siyasetin kendisini çok dar bir alan ile
sınırlandırarak ve bu sınırı ihlal eden herhangi bir konunun
siyasallaştırılmasının yanlış bir şey olarak görülmesi, demokrasi
küçümseyip devleti her şeyin merkezine koyan ve kökü AKP’nin sözde
mücadele ettiğini iddia ettiği vesayetçi anlayışa dayanan Türk siyasi
kültürünün en derin hastalıklarından biridir. Türkiye’de siyaset
karşısındaki bu hastalıklı tutumu daha sonra siyaset felsefesi ve
siyaset sosyolojisi bağlamında yeniden ele almak üzere bir kenara
bırakalım. Ama bir an için çuvaldızı kendimize batırıp biz ne kadar bu
“kültürden” azadeyiz diye de kendimize soralım.
Sonuç olarak, en son Elazığ Depremi de, diğer tüm benzer
olaylar gibi doğal bir felaket değil ama iktidarın yaptıkları veya
yapmadıkları ile koşullarını hazırladığı “siyasal” bir cinayettir.
Demokratik siyasete düşen görev, iktidarın gerçek yüzünün ortaya çıktığı
böylesi anlarda her alanda bu durumun teşhir edilmesi, halkların bu
iktidar gerçeğini unutmamasını sağlamak en nihayetinde de en aşağıdan en
yukarıya tüm sorumluların hesap vermesi için mücadele yürütmektir.
Yorumlar
Yorum Gönder